TV’de bir yarışma programında tanıdım Ahmet’i. Başarılı olamasa da, sunucu, yarışmaya kiminle birlikte geldiğini sorduğunda “En iyi arkadaşım olan Babamla geldim” demesi etkiledi beni en çok. Sonra da seyirciler arasında oğluna sevgiyle bakarken yakaladım o babanın aydınlık yüzünü. İçim burkuldu.
Benim babamla Ahmet’in tanımladığı türden arkadaşça bir ilişkimin olmadığını düşündüm bir an. Yoksa var mıydı? Hatırlamıyorum hiç. Babamla ilgili tozlu anılar sandığından olumlu duygu taşıyanlar pek öne çıkmadı. Otoriter, sert, sesi hep yüksek çıkan, insanlarla samimi ilişkiler kurmayı beceremeyen, görevi nedeniyle devleti temsil ettiğini düşünen, işinde oynadığı hakim rolünü evinde de sürdüren farklı bir karakterdi benim babam.
Onu hiç arkadaşım gözüyle görmediğimi ve onun da bana ve yaptıklarıma sevgiyle değil, meslek hayatında hep karşılaştığı muhtemel suçlulara yaptığı gibi şüpheyle baktığını düşündüm hep. Bazen bir Anadolu kentinde, sokakta oyun oynarken zamanın nasıl geçtiğini unutup eve, yemeğe geç kaldığımda, onun müthiş bir panikle yaşadığımız kentin polislerini nasıl seferber ettiği gözlerimin önüne gelir. Çocukluğumda bu tür haylazlıklar nedeniyle yediğim zılgıtların yarattığı duygusal travmaların izleri yaşamım boyunca silinmedi. Babam, yıllar sonra yaşlandığında, “Sen sakın kendi çocuklarına fiske bile vurma, çünkü unutmuyorlar..” diyerek günah çıkardığında onu affederken bile zorlandım. Ama sonrasında eski bir arkadaşından, idamına karar verdiği (ve bu karar nedeniyle kalemini kırdığı) bir mahkumun yakınları tarafından uzun süre aile fertlerine zarar vermekle tehdit edildiğini öğrenince, içim burkuldu.
Babamın iyi yanı çoktu. Bir kere, hayatımda tanıdığım en dürüst ve ahlaklı kişi idi. Çok çalışkandı. İçkisi, sigarası, kumarı, evinde dosyalarını okuyup çalışmaktan başka bir hobisi de yoktu. 12 numara miyop gözlerinden ve ağır işiten kulaklarından kaynaklanan engelleri işine ve mesleğine yansıtmamak için bütün dosyalarını akşam eve taşırdı. Ailesini çevresindeki kötülüklerden korumaktan, çocuklarının iyi bir eğitim almalarını istemekten başka bir amacı yoktu. Bir yandan hafta sonunda evin penceresinden sokakta futbol oynayanları seyreden oğlunu “futbolcu mu olacaksın sen?” diye hırpalarken, diğer yandan çocuklarına yaşadıkları küçük Anadolu kentinin lise müzik hocasından mandolin, keman dersi aldırırdı. Maaşının tamamını iki çocuğunu da büyük kente yatılı eğitime göndererek tüketti ve 36 yıllık bir memuriyet hayatından sonra hiçbir birikimi olmadan yaşamına veda etti.


Kusursa?.. Evet, yaşama başlarken önemli bir hata yapmıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Güney-Doğu’lu, ataerkil, 7 çocuklu bir ailenin, İstanbul’da yatılı bir lisede, sonrasında hukuk fakültesinde “tek okumuş çocuğu” olarak kendisine farklı bir vizyon ve hedefler çizmiş, ama Selanik göçmeni Ege’li ilkokul öğretmeni bir anne-babanın enstitü öğretmeni modern kızı ile yaşamını görücü usulü ile birleştirirken yaşayacağı sosyal ve kültürel şokları hiç dikkate almamıştı. Günde 3 paket sigara içerken, eşinin “senin hiç mi iraden yok?” demesi üzerine paketi atıp, yaşamı boyunca bir daha hiç sigara içmeyerek gösterdiği radikal kişisel gelişim ve dönüşümü yaşamının diğer kesitlerine pek yansıtamamıştı.
Peki, çocuklarına arkadaş gibi davranmayı başaramamış bir babanın çocuğunun kişiliği, karakteri, meslek yaşamı, aile yaşamı ve onların kendi çocuklarıyla ilişkisi nasıl gelişmiş olabilir dersiniz? Nasıl bir iş ve aile hayatına yelken açmış? Rol modelleri kimler olmuş? Yaşamında neden bu seçimleri yapmış?
Öncelikle, kendi babasında görüp eleştirdiği her şeyin aksini yapar olmuş. Çok mu sert ve otoriter bulurmuş onu? Karakterinde tam tersini geliştirip, büyüdükçe daha sakin ve soğukkanlı, çabuk parlamayan ve hem ailesinde ve hem de iş yaşamında hümanist, sevgi dolu, arkadaş canlısı, demokrat bir kişiye dönüşmüş. Hatta iş hayatında o kadar demokrat davranmış ki, dostları kendisini uyarmak ve iş hayatının sivil toplum örgütü yönetmekten farklı olduğunu söylemek gereğini duymuşlar. Memur olup, sabit maaşa talim etmek yerine, daha gencecik yaşında özel sektöre geçip, girişimci, patron olmayı kafasına koymuş. Tabii, aileden bir kaynak aktarımı olmayınca, maddi sermaye yerine bilgi ve deneyimini sermaye olarak kullanabileceği bir iş kolunu, danışmanlığı seçmiş. Babası çocukken kendisini döver miymiş? O çocuklarına fiske bile vurmamış. Bağırıp çağırır mıymış? O hep sakince onları ikna yolunu seçmiş.
Babamın hiç hobisi yoktu. Benim çok oldu: O kadar çok oldu ki, bel fıtığına neden olan kayak, tenis…Onları yapamaz hale gelince 60’ından sonra yelken yarışları. Hala da devam eder.
Sonra da babasında gördüğü iyi şeyleri abartarak kendisi yapmaya başlamış. Babası çocuklarını hep en iyi okullarda mı okutmaya çalışmış? O da aynısını yapmış. Hatta imkanlarını zorlayıp yurt dışına göndermiş. Babası iş hayatında çok dürüst ve çok mu çalışkanmış? O da öyle olmuş. Hatta o kadar dürüstlük timsali olmuş ki meslektaşları bile onu “Bu ülke için artık bu kadarı da fazla. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” diye eleştirmiş. Babası gibi, onun için de devlet ve devlete olan maddi ve manevi yükümlülükleri hep en önde gelmiş. O kadar önde gelmiş ki, küçük ölçekli bir danışmanlık şirketinin sahibi olarak bölgesindeki koca koca sanayi kuruluşları arasında en fazla vergi ödeyen 4. Mükellef seçilmiş. 30 yıllık iş yaşamında, devletinin vergisini, çalışanının vergi ve sigortasını bir gün bile geciktirmemiş. Ödemeyi aksatacağı endişesiyle, sabahlara kadar uykusu kaçmış.
Bu arada, “İyi mi, kötü mü?” olduğuna karar veremediğim bir davranış kalıbı daha geliştirmiş. Babası, belki maddi olanaksızlıktan, çocuklarına hiç para, ev, araba filan bırakmamış. O ise, maddi olanağı olmasına rağmen, çocuklarını bu tür rahat yaşam olanaklarından uzak tutmuş Kendileri çaba gösterip, kendileri elde etsinler istemiş. Hayatta kendi tırnaklarıyla kazıyarak geldiği yere, onlar da kendi tırnaklarıyla kazıyarak gelsinler istemiş. Onlar da gelmişler. Ama tabii bunun yorumunu çocuklarına sormak gerek:-)
İş hayatında da kendisine babası gibi bazen olumlu ve bazen de olumsuz anlamda rol model olan patronlarla çalışmış. İş arkadaşlarına, eleştirdiği patronlarının çalışanlarına davranışlarının aksi davranışları uygulamış. Zamanla şirketlerinde öyle bir mikro-klima oluşmuş ki, şirkette çok başarılı olan çalışma arkadaşları, şirketten ayrılıp gerçek hayatın acımasız yüzü ile karşılaştıklarında bir kültürel şok yaşamış ve “Biz bir akvaryumda yaşamışız yıllardır” diye hayıflanmışlar.:-)
Sonuç ne mi? Babalar çocukları için öylesine önemli ki, tahmin edemezsiniz. Aslında, yaşamınızı o çizmiştir ama siz farkına bile varmamışsınızdır.