Doğum Anında Yıldızların Konumu
İnsanın yaşam serüvenini etkileyen pek çok parametre içinde, genler, aile yapısı, çevre ve kültürler kadar gökyüzündeki yıldızların doğum anımızdaki konumunun da kişiliğimizi, karakterimizi, aile ve iş yaşamımızı etkilediğini biraz biliriz, inanırız ya da inanmak isteriz. Astrolojinin etkileri pek bilimsel olarak kanıtlanmamış olsa da, dünyada çok kişi tarafından kabul görür. Hatta bazı bilimsel çalışmalara bile konu olmuştur.
Gen’ler, Aile, Çevresel ve Kültürel Altyapı

Benim gibi 70 yıla varan yaşamının %70’ini çalışarak ve üreterek geçiren bir insanın iş yaşamı üzerine görüş ve deneyimlerini paylaşırken bu parametreleri dikkate almadan geçmek istemedim. 5 Temmuz 1950’de Saat 07.20’de Denizli’de doğmuşum. Kişiliğimde Yengeç Burcunun tüm özelliklerinin yanı sıra, iş yaşamıma ilişkin bazı ipuçlarını görmek mümkün: Aileye bağlılık…İş yaşamını da ayni bir aile olarak görmek…Çalışanlarını kendi ailesinden ayırmamak…Kendisini çevresinin gelişimine ve destek olmaya adamak…

Yükselen burcum olan Aslan, Yengeç karakterine zıt “doğal liderlik” özellikleri veriyor. Liderlik doğuştan mı gelir? Sonradan öğrenilir ya da geliştirilir mi? Bu konuda tartışmalar hiç bitmez. Doğuştan bir adım önde başlamış olsam da, yaşamım boyunca, belki genlerim, ailem, çevrem ve içinde kişiliğimin önemli ölçüde etkilendiği Galatasaray Lisesinde, bir 68 kuşağı olarak okurken aldığım eğitim ve kültürün de etkisiyle, kendime özgü bir liderlik stili geliştirdiğimi düşünüyorum. Bu süreçte deneyimleyerek ve pek çok hata yaparak öğrendim. Bugün bile hala öğrenmeye ve kendimi geliştirmeye devam ederim.
Geriye dönüp baktığımda, iş yaşamıma başladığımda çevreme alışılmadık, hatta çok aykırı gelen yönetim ve liderlik tarzımın, Hizmetkar Liderlik, Şeffaf/Açık Liderlik, Ruhsal Liderlik, Uysal Liderlik gibi bugün giderek daha çok kabul gören trendler haline geldiğini görüyor ve bundan çok mutlu oluyorum.
Ertuğrul AKBAY gibi “Yaş 75, Yolun Yarısı” demek için daha 5 yılım var. İlk yarıyı tamamlamak için önümde daha 5 yılım var ve bu süreyi, yani “Proje Yönetimi” sektöründeki aktif iş yaşamımın son dönemini, genlerimden gelen plancı ve kuralcı karakterime uygun olarak, 45 yıldır yaptığım mesleğimde bir “Durum Değerlendirme”, bir “Öğrenilen Dersler”, bir “Review” ya da “Retrospective” dönemi olarak geçirmek için yeterli bir süre.
Liderliğe Doğru Eğitim ve Gelişim
Dönemin gözde okullarından İstanbul Teknik Üniversitesinde mimarlık eğitimi aldım. Daha öğrencilik yıllarında yarışmalarda ödül alacak, mezuniyetinde akademisyenliğe davet alacak kadar başarılı olduğumu düşünüyorum. Ama kariyerime tasarımcı olarak devam etmedim. İçimden gelen ses, mezun olduğum dönemin konjonktürü ve çevresel koşulları beni farklı yönlere itti. Mimarlık eğitiminin verdiği organizasyonel farkındalığa bağlı olarak, inşaat ve gayrimenkul geliştirme sektöründe iş geliştirme, proje ve inşaat yönetimi, büyük ölçeklerde mülti-disipliner takımların yönetimi, liderlik, girişimcilik, bilgi teknolojileri, finansman, işletmecilik, danışmanlık gibi alanlara ilgi duydum. Bu alanlarda, pek çok girişime öncülük ve liderlik yaptım.
Çocukluk Hayallerinin İş Yaşamına Etkileri
1957 yılında daha küçücük bir çocukken dünyadan ilk canlı, Rus Köpek Layka’nın uzaya gidişini radyodan dinleyip, “uzaya gidecek ilk insan ben olacağım” diyerek kendime iddialı bir hedef koymuştum. Çok geçmedi, 1961’de Yuri Gagarin bütün hayallerimi yıktı. “O zaman ben de Aya ilk giden insan ben olurum, Neden Olmasın!” dedim. Yine çok geçmedi. Bu kez 1969’da bu kez Neil Armstrong bütün hayallerimi yıktı. İşte o zaman anladım. Dünya, bilim ve teknoloji o kadar hızlı değişiyordu ki, buna ayak uydurmak çok kolay değildi. O zaman kendime bir söz daha verdim. “Ne iş yaparsam yapayım bundan böyle daima yeniliklerin, değişimin ve yeni teknolojilerin, peşinden koşacağım”. Öyle de yaptım.
Önce Amaç ve Hedef Belirlemeyi Öğrenmek
Henüz çözemediğimiz bir algoritmaya sahip bir Homo Sapiens olarak, hayal kurmanın ve bir amaç ve hedef belirleyip o yolda ilerlemenin beni mutlu ettiğini çok erken yaşlarda keşfettim. Başarının ise yalnızca hedefe varmak değil bir “yolculuk” olduğunu anlamam ise zaman aldı. Yaşamımda hep sevdiğim ve bana heyecan veren hedefler seçtim. Seçtiğim hedeflere hiçbir zaman kolay yoldan ulaşamadım. Çoklukla zor yolları, daha önce pek kullanılmamış patikaları tercih ettim. Hep emek verdim, zorlandım, terledim. Ama bundan daha çok mutlu oldum. İş yaşamımın son dönemlerinde yine aşkla bağlandığım bir başka hedefim olan yelken sporunda öğrendiğim bir teknik (Orsa seyrinde Tramola) sayesinde bunun da hedefe ulaşma yöntemlerinden biri olduğunu öğrendim. Hatta bu yöntemi uygulamanın beni daha özgüvenli ve huzurlu yaptığını bile hissettim.
Eşim, kendi sevdiğim hedefleri koymamı ama bu hedeflere hep zorlukla ulaştığım için beni çok eleştirmiştir. Keşke hedeflerimi, tek başıma değil, eşimi de dinleyerek seçseydim diyorum şimdi. Örneğin, adı gibi Deniz’i ve Yelkenli Tekneyi bir gün çok seveceğine inandığım için, ya da “Bu eve tekne gelirse, ben giderim” tehdidini önemsemeyip, yelkeni ona sevdirebileceğimi, koşulları ve onu değiştirebileceğimi düşünmüş olmak bir hata mı idi bilmiyorum. Belki, içimdeki doğuştan liderlik niteliklerinde hatalı bir gen vardı. Belki de, onun İnatçı Boğa Burcunun özellikleri arasında yer alan yaşamı siyah-beyaz görme ve her konuda çok istikrarlı olma özelliğinin benim sadece yükselen burcumun Aslan olması nedeniyle yandan çarklı edindiğim liderlik özelliklerinin önüne geçmiştir, kim bilir?
Meslek Seçiminin Yaşama Etkisi
Liseyi bitirirken hangi mesleği seçeceğimi bile bilmiyordum. Ailemde ve çevremde meslek seçimime destek verecek birisi de yoktu. Yazmaya, müziğe, resme merakım vardı, ama memur bir ailenin çocuğu olarak mali sıkıntı çekmeyeceğim bir meslek seçebilmek için lisede Fen kolunu seçmiş, ardından fen alanında dönemin en iddialı okulu İstanbul Teknik Üniversitesini hedeflemiştim. Daha mezun olmadan hazırlık kurslarına gitmiş, ilerde orada okuduğumu hayal etmiştim. Ama herhangi bir mühendislik dalı mı yoksa mimarlık mı nereden bilecektim? Sınavı kazandım. Ama fakülte seçiminden önce kendime bir test uyguladım. O hafta çıkan Hayat Mecmuasının kapağında dönemin ünlü Fransız aktristi Catherine Deneuve’in bir resmini gördüm. Ben bu resmi bakarak da olsa çizebilir miyim diye düşündüm. Ve çizdim. Çizdiğimi kendim de çok beğendim ve meslek seçimimi, mühendisliğin güzel sanatlarla olan ilişkisine dayandırarak “mimarlık” olarak belirledim. Tabii, mimarlık eğitiminin beni daha sonra tasarımcılık, inşaatçılık ya da danışmanlık gibi hangi farklı kulvara iteceğini bilmeden ve anlamadan.
Meslekte İlk Tramola / Yol Ayrımı
Üniversite yaşamının daha ilk günlerinde 68 kuşağının kaderi öğrenci hareketleri sonucunda, yaşamımı idame ettirebilmek için, daha Ne nedir? Ne değildir? bilemeden kendimi bir Statik Büro’da önce masa ve pafta temizliği yaparken, ardından kurşun kalem çizimleri rapidograf ile temize çekerken, ardından da kolon-kiriş detayı ve kalıp planı çizerken buldum. Ancak okulda gerçek mimarlık eğitimi başladığında, herkesten 3 adım önde olduğumu, ama mühendisliğe doğru ciddi bir sapma yaşadığımı fark ettim. Üzüldüm mü? Hayır. Ama bunu kariyerimde bir artı değer olarak gördüm. Okulun 6 aylık boykot döneminde, hem para kazanmış, hem cetvel, kalem-rapido kullanmasını öğrenmiş ve hem de ilerde hazırlayacağım mimari projelerin taşıyıcı sistemini baştan öngörerek planlama yapabilme alışkanlığı edinmiştim. Bu önemli bir avantajdı.
Meslekte İlk Adımlar

Askerlikten dönüşte, Türkiye’de pek bilinmeyen bir yöntem olan “Maliyet+Kar” sistemiyle ihalesiz kamu inşaatları üstlenen bir devlet şirketi olan Emek İnşaat ve İşletme A.Ş.’de şantiye mühendisi olarak işe başladım. Kısa zamanda işi öğrenip, şantiye mühendisliğinden Şantiye Şefliğine terfi ettim. Genel Müdürüm, Almanya’da mühendislik okumuş, çok zeki, sert mizaçlı ama duygusal bir Doğu Anadolu insanı olan Dr. Rafet Kapucuoğlu idi. Sık sık “Biz Doğuda at sırtında nivelman yapardık oğlum” söylemi, onun Kızılay Gökdeleni Şantiye Şefliğinden sonra terfi ettiği Genel Müdürlük fonksiyonunu hiç içselleştirmediği ve gözünün hala Şantiye Şefliğinde kaldığını düşündürürdü bize. Ona “Rafet Hoca” derdik. Hoca lakabı bize çok şey öğretmesi yanında biraz da o sırada emaneten inşa edilen Kocatepe Caminin şantiye şefliğini fahri olarak yapmaya devam etmesi ve mütedeyyin kimliği ile sabah namazını orada kılıp, oradan diğer şantiyeleri daha kargalar kahvaltısını yapmadan ziyaret etmesinden kaynaklanıyordu.
Rafet Hoca ile yollarımız ADMMA’da part-time öğretim görevlisi olarak çalışırken de kesişti. Hızla aldığım terfiler nedeniyle şirkette Rafet Bey’in Prensi olarak adlandırılıyordum. Bir gün şantiyede İşverenin Kontrol Amiri ile yaşadığım bir çatışmada MKEK Genel Müdürü Emekli Korgeneral Recai Baturalp’e karşı beni nasıl savunduğunu unutamam. Recai Paşa, şantiyenin aracı ile şoförlük öğrenmeye çalışan İşverenin Kontrol Amirini şantiyeden kovan bu Şantiye Şefini “sen de ibreti alem için kovacaksın” demiş Rafet Hoca’ya. O da “Ben bu çocuğa kefilim. Ben onu şimdi en büyük şantiyemiz Petlas’a Şantiye Şefi olarak göndereceğim. Ama “Senin Kontrol Amirin yeni Şantiye Şefimizle de ayni sorunları yaşarsa, bu kez sen onu görevinden alacaksın..” demiş. Nitekim sorun çıkması için fazla beklemek gerekmedi ve 3 ay içinde bu kez o Kontrol Amiri görevinden alındı.
Şantiyelerde doğru ve disiplinli iş yapma anlayışını Rafet Hoca’dan öğrenmiştim ama onun personeline olan güveni ve duruşu bana iş hayatımda çok önemli bir rol model oldu. İş yapılan yerde hata olur derdi Rafet Bey. Onun bana güvenini hiç sarsmadım. Ama çatıştığım zamanlar da hiç olmadı değil. Tandoğan’daki MKE Genel Müdürlük Binasını yaparken sabahın köründe şantiyeye gelip şantiye binasına uğramadan sahaya girince fevri bir davranışta bulundum ve peşinden gitmedim. Döndüğünde ise, “Çalışanlarımın yanında siz bana saygı göstermezseniz, onlar neden bana saygı göstersinler ki? dediğimi ve onun da başımı sıvazladığını hatırlıyorum. İş yaşamımdaki bu sessiz asi ruh daha o zamanlardan beri içimdeymiş demek ki.
Şantiye Mühendisliğinden Şantiye Şefliğine Evrilme
Emek İnşaat ve İşletme A.Ş.’de yeni şantiyem Petlas, Kırşehir’de Uçak Lastiği üretmek üzere Petkim A.Ş. tarafından kurulmakta olan o dönem için çok iddialı bir yatırım olan Petlas Lastik Fabrikası inşaatı idi. Yer seçimi politik baskı ile belirlenmişti. Hammadde ve rafinerilere uzak, uçak lastiği üretimi için tüm olumsuz çevre koşullarına sahip bir bölgede, lisansör adayı (Concorde uçakları ve Formula yarışlarının tedarikçisi) Fransız Kléber ile daha sözleşme görüşmeleri ve tasarım ve mühendislik çalışmaları devam ederken 1977 yılında işe başladık. Şantiye mobilizasyonu, sahanın tesviyesi, alt yapısı, yabancı mühendislerin lojman inşaatları derken gecemiz gündüzümüze karıştı. Projelerde tanımlanan B.225 betonunu çevrede üretecek tesis yoktu. Bu tesisi şantiyede kurmak, yıkanmış-elenmiş kum ve çakılı hazır etmek için Kızılırmak kıyısında taşkın-çökelti alanlarından arazi kiralamaktan, nitelikli demirci ustası devşirebilmek için çevre ilçelere koşturmak dahil, hep bizim gibi genç, deneyimsiz ama heyecanlı bir ekibe kalıyordu.

Petlas, Şantiye Şefliği kariyerimde, kendimce kişisel yol ve yöntemlerimi test ettiğim deneysel bir süreç oldu. Şirketteki eski kuşak Şantiye Şefi ağabeylerimin aksine ben farklı bir yol izledim. Belki neyin nasıl olması gerektiğini tam olarak bilmiyordum ama neyin nasıl olmaması gerektiğini biliyordum. Elimi taşın altına koyup, kariyerimde bir risk aldım. Bir kere, babam ve şirketteki eski kuşak ağabeylerim gibi sert, otoriter, “Ali kıran baş kesen”, hatta küfürbaz değil, demokrat bir şef olacaktım. Emirle değil rica, teşekkür ve nezaketle iş yaptıracaktım. İşle ilgili hayallerimi, amaç ve hedeflerimi birlikte çalıştığım arkadaşlarımla açıklıkla paylaşacaktım. Onların da kendilerini geliştirmelerini teşvik edebilmek için kendimi rol model olarak sunup, bundan çekinmediğimi ve özgüvenimi samimiyetle ortaya koyacaktım. Odamda oturmayacak, onlarla birlikte ve daha çok sahada olacaktım. Ekibime güvenecek, geliştirerek ve yetki vererek onları sorumluluk almaya ikna edecektim. Ekibimle bir aile gibi olacak, sevinçli ve üzüntülü anlarını paylaşacaktım.
Yeni evlenmiştim. Şantiyenin Fargo kamyonetiyle Cumartesi gece yarısı Ankara’ya evime geliyor, Pazar gecesi dönüyordum. İşveren’in Kontrol Amiri, Çeşme’deki Altınyunus Tatil Köyünün eski Şantiye Şefi Tanju Güvendeğer idi. Gerçekten de adı gibi güvenilir ve değerli bir mühendisti. Mesleğinin baharında 27 yaşında genç bir şantiye şefi olarak bana çok değer verdi, ağabeylik yaptı ve ben de ondan çok şey öğrendim. İnşaat mühendisliğinin her alanını kapsayan faaliyetlerde eksiklerimin farkındaydım. Hem mimardım ve hem de muhasebe, satın alma, sözleşme hukuku gibi konularda bilgi ve deneyimim yoktu. Gün içinde Tanju Bey’den sözleşme hukuku öğrenirken, akşamlarımı hiç gocunmadan Şantiye Muhasebecimizden ders almaya ayırdım. Şantiyenin satın alma sorumlusu, şirketin en deneyimli personellerinden sert mizaçlı bir emekli albay idi. Yaşımın küçüklüğü sorun olabilir diye Rafet Hoca daha şantiyeye gitmeden “İstersen onu oradan alalım” dedi ama ben kabul etmedim. Kısa süre içinde hiç kavga küfüre mahal vermeden karşılıklı saygı ve sevgiyi yarattık. Bunda benim dürüst, açık, ekibine güvenen kişiliğim ve emir-komuta ilişkisi yerine kullandığım rica üslubu kadar onun da bu genç adamdan kendisine zarar gelmeyeceğini anlamış olmasının payı olduğunu sanıyorum.
Bir yıl içinde şantiye yönetiminde hedeflediğim pek çok şey gerçekleşmiş, şantiyede oluşan bu pek alışılmadık ortam artık Ankara’daki Şirket merkezinde konuşulur olmuştu. İnşaat Müdürü Faruk Nafiz Erkal, yol yordam bilmeyen ve köklü şirket kültürünü değiştirmeye kalkan bu genç şantiye şefini hizaya sokmaya Kırşehir’e geldi. Beni, şantiyenin o iptidai koşullarında döktüğümüz beton konusunda, STFA’nın efsane patronu Feyzi Akkaya’nın ünlü “Beton toprağın altında bile kalsa güzel olacaktır” sözü ile eleştirdi. Ben, 1 yıldır yeni evli olduğum eşimden ayrı kalmanın etkisiyle hem moralsiz ve yorgundum ve hem de o genç yaşımda yılların Emek İnşaat’ında bir tür devrim yapmaya kalkışmanın olanaksızlığını anlamıştım. Üstüne, ülkeyi 80 ihtilaline götüren sosyal, ekonomik ve siyasi çalkantılar hedeflerimi gerçekleştirmenin önünde ciddi bir engel olarak duruyordu. Artık orada durmamın bir anlamı kalmamıştı. Patladım.
Patlayıp da ne yaptım?
Sessiz bir asi ruh ne yaparsa onu yaptım. Önce o ortamdan, ardından şantiyeden, sonra şirketten, sonra da ülkeden uzaklaştım. Benim pek bir şey yapmam gerekmedi. Önüme çıkan pek kullanılmamış patikaları seçtim sadece.